MEDENİYETLERİN BEŞİĞİ HARBİYE


HOŞ GELDNİZ


ANTAKYA-HARBİYE

Antakyalı Yazar Johannes Malalas’ın Tanıklığından

Antakyalı Yazar Johannes Malalas’ın Tanıklığından:
1500 Yıl Önceki Antakya Depremi
Antik çağın Antakya'sı (Antiochia) yüzyıllar boyunca "Doğunun Tacı" olarak adlandırıldı. Dillere destan olan o görkemini, o debdebesini İskenderiye ve Roma'dan alıyordu çünkü.
Antakya, M.Ö. 312 ile 280 yılları arasında İkenderiye kent planına göre kurulmuş, Selefkos kırallığının başkenti olmuştu. Doğu ile Avrupa arasındaki en önemli ticaret yolunu denetimi altında tutuyordu. Romalılar tarafından fethedildikten sonra (M.Ö. 64) Suriye Eyaleti'nin merkezi oldu. Eyalet valisinin orada oturması, kentin önemini gösteriyordu. Bizans kıralları kenti, imparatorluğun dogudaki en önemli merkezi olarak geliştirdiler. O dönemin Antakyası hakkında en güzel yazıları yine Antakya doğumlu yazar Johannes (Ionnes) Malalas yazmış. Malalas M.S. 490 yılında Antakya’da doğdu, 578 yılında orada öldü. Dünyanın kuruluşundan M.S 563 yılına kadar bir ‘Dünya Kroniği’ yazmış ünlü bir yazardır. Kendi yaşadığı dönemle ilgili yazdıkları çok ilgi görmüş ve çok yaygınlaşmıştır. Ne yazık ki Türkçede yayınlanmış yapıtı yok. Bakın Antakya’yı ve o görkemli kentin yok oluşunu nasıl betimliyor: 
  “Mermer sütunlu, kemerli, taş döşenmiş geniş caddeleri, oymalı, süslemeli tiyatroları, hamamları, heykellerle bezenmiş pazar yeri ve meydanları, kiliseleri ve tüm görkemli yapılarıyla imar edilmiş bir kent…” İktidar ve saltanatlarının bir göstergesi olarak sunuyordu krallar onu. Kent, geniş ve sağlam surlarla çevrilip, caddeleri laternalarla aydınlatılmıştı. Akdenizin doğu yakasına takılmış pırıltılı bir kolye gibi duruyordu. Daha 1. yüzyıldan itibaren Hz. İsa'nın taraftarları, örneğin Aziz Barnabas, sonra Aziz Paulus ve Petrus burada dünyanın ilk Hıristiyan cemaatini kurmuşlardı. Doğu piskoposluğunun yönetim merkezi, yani dini başkenti olmuş, M. S. 4. yüzyılda nüfusu 200 bine ulaşmıştı ve nüfus hızla çoğalıyordu...
Antakya’yı yok edecek depremi şöyle anlatıyor Malalas: “29 Mayıs 526'ya bir gün kala Hıristiyan cemaat, İsa'nın gökyüzüne çekilişini kutlamaya hazırlanmaktaydı. Çevreden, komşu köy ve kasabalardan insanlar kente doluşmuş, herkes akşam yemeğine oturmuştu. Beklenmedik bir anda hava birdenbire karardı, dünya şiddetle sarsıldı, alabora oldu toprak. Deprem uygun bir anı beklemedi. İnsanlar kendilerini korumaya alamadan, bir kaç saniye içinde evleri, sarayları gümbürtüyle üstlerine yıktı; yıkıntılardan çığlıklar, ağlama, inleme sesleri yükseldi... Sayısız kurban vermişti Antakya. İlk sarsıntıdan hemen sonra kentin üstüne bir kâbus çökmüş, hayatta kalanlar felç olmuş gibi korku içinde sinmişlerdi. Bu an çok kısa sürdü, yeni bir sarsıntı geride kalanları da kırıp geçirdi, arkasından görülmemiş bir yangın kenti ağzına alıp yuttu sanki.”
Antakya'lı yazarımız, tanık olduğu o günü şöyle yazmaya devam ediyor: "...sanki yağmur yerine gökten ateş dökülüyordu... Depremzedelerin yıkıntılar altında kaldıkları yetmiyormuş gibi bir de cayır cayır yanıyordu çoğusu. Ya da dumandan boğuluyor, kaçma olanağına sahip olanların önünü de alevler kesiyordu... Hava kıvılcımla doluydu, bu kıvılcımlar şimşek gibi tutuşuyor, yalnız kenti değil, toprağı yakıyor, tarlaları alevler sarıyordu. Bütün canlıların yakılması için tanrı buyruk yağdırıyordu sanki... Ayakta kalan yapılar da yangınla yıkıldı, tek yapı ayakta kalamadı. Ne bir kilise, ne bir manastır ne de bir kutsal köşe... Depremden 200 yıl önce Kral Konstantin tarafından yaptırılan Antakya'nın altın kubbeli, en büyük kilisesi de tanrının mahkemesi önünde beş gün dayanabildi ancak. Beş gün sonra birdenbire içinden başlayan alevlerle temeline dek yanıp kül oldu..."
Sonuç: 250 binden fazla ölü...
Yağmacıların Baskını
 
„Evet, deprem ve yangından sonra kenti yeni bir âfet sardı. Yaşayanlar toparlanıp kenti terk etmeye çalışırken, soyguncu çetelerin baskınına uğradılar. Karşı koymaya fırsat bile kalmadan değerli eşyaları ellerinden alındı, öldürüldüler. Kent sokaklarına dalıp pervasızca harabeleri yağmaladı, hazineler aradı, ölülerin inci, elmas ve altınlarını soydu bu çeteler. Kırallığın, Thomas adında yüksek rütbeli merhametsiz bir memuru bu çetelerin başıydı. Köleleriyle birlikte kentin çıkış kapılarında kaçanları pusuya düşürdü. Dört gün içinde yığın yığın servet biriktirdi. Sonra da çok sağlıklı olmasına karşın aniden ölüverdi. Yaptığı bu kötülük karşılığında Tanrı tarafından cezalandırılmıştı...“
"Yirmi otuz gün sonra bile yıkıntılar arasından doğum yapmış hamile kadınlar çıkarıldı. Ne annelerin ne de bebeklerin burnu kanamıştı," diye yazıyor Johannes Malalas. "Buna benzer daha nice inanılmaz olaylar yaşandı ki; bunun sırrını ölümsüz Tanrıdan başka kimse bilmiyordu." Asıl mucize ise depremden üç gün sonra yaşandığı söylenen ve Hıristiyan dünyasında hâlâ inanılan gökyüzünde haç işaretinin belirmiş olması olayıdır. Haçı görenler derhal diz çöküp ağlamış, dua etmiş ve yerlere kapanmışlardı.
Bu Antakya felâketinin haberi kısa sürede bütün Akdeniz bölgesine yayılmış, şaşkınlık, telaş ve korku yaratmıştı. "Kara haber çabuk ulaşır / Yerin kulağı var..." deyimleri belki de o zamandan kalma. Yoksa haberleşmenin atla yapıldığı o dönemde nasıl duyulurdu?..
Ve şöyle anımsatıyor Johannes Malalas: "Bu pırıltılı kentin inanılmaz havasını, o güzelim ortamını, kiliselerini, tiyatrolarını depremden önce ve sonra gören yabancılar şöyle haykırdılar: Nasıl olur da, barışçıl, rahat, okşayıcı kucağına sığındığımız bu kent böylesine yok edilebilir?"
O çağın insanları için kentin yıkılışı kavranamaz bir olaydı. Üstelik Antakya'da jeolojik sarsıntılara, yer altından gelen gürültülere, hafif depremlere alışkın oldukları halde. Bu jeolojik olaylar sık sık oluyordu. Ancak insanlar bunu bir doğa olayı olarak algılamıyor, Tanrının bir uyarısı olduğuna yoruyorlar, kuşku içinde bu uyarıyı anlamaya çalışıyorlardı. Depremden sağ çıkan cesur Antakyalılar normal yaşamı yeniden kurmaya giriştiler.
 Sonun Başlangıcı
 Bu görkemli kent, Antik Roma'nın öteki metropolleri, örneğin Kudüs, Konstantinapol (İstanbul), Roma ve İskenderiye ile kıyaslanıyordu. Kuşkusuz onun başına gelen bu yıkım, Bizans Kralı Justin gibi herkesi derinden sarsmıştı. "Paskalya yortusunda Kral tacını giymeden kiliseye gitti," diye yazıyor Malalas. "O ağlıyordu ve yas işareti olarak da erguvan renkli bir pelerin giymişti."
Kral ailesi Antakya'yı imparatorluğun ekonomik ve dinsel merkezi olarak tutmak istiyordu. Kenti kurtarmak için derhal yardım programı başlatıldı. Yapıları yeniden kuranlara yardım etmek için askerler gönderildi. Kral Justin depremden bir yıl sonra yeğeni Justinian'ı kral yardımcısı ilan ederek Antakya'nın yeniden yapılanması için görevlendirdi. "Justinian karısı Theodara ile birlikte Antakya'nın yapımına büyük paralar yatırdı. Ne yazık ki krallık ailesinin bütün çabaları sonuçsuz kaldı."  526 Felâketi, bu görkemli kentin sonunun başlangıcı olmuştu. Fay hattının üstünde bulunuyordu ve yer sarsıntıları devam etti. Yüz yıllardan beri ilk kez halk Antakya'dan kaçmaya başlamıştı. Nüfusun azalması ekonomik gerilemeyi de birlikte getirdi. İnsanlar oraya artık yatırım yapmak istemiyor, ticaret durmadan geriliyordu. Bu durum kentten ayrılma, yeni bir yaşam kurma eğilimini daha da güçlendirdi.
İki yıl sonra Kasım 528'de yine şiddetli bir deprem Antakya'yı sarstı. Yeni yapılan sağlam yapılar bile kartondan evler gibi savruldu, çöktü. Yine beş bin ölü. İnsanlar kenti terk etmemiş olsaydı, kurban sayısı daha çok olacaktı. Bu olaydan sonra artık Antakya'yı terk edenlerin sayısı çoğaldı. Bir takım dindar insanlar kapılarının üstüne: "Hazreti İsa bizimle beraberdir, gitme, kal!" diye yazdılarsa da insanlardaki korku Tanrıdan daha güçlüydü, kaçışlarını sürdürdüler.
„Amcası Justin ölünce yerine kral olan Justinian kenti bir daha kurmak için bütün olanakları zorladı. Üç yıl boyunca vergi almama gibi kararlar verdi, bi çok kolaylıklar sağladı; ama çabası boşuna. Deprem devam etti. Büyük Antakya Tanrının gazabına gelmişti," diye yazıyor Johannes Malalas.
538 yılında kent Pers Kralı Hüsrev I. Nuşirevan tarafından işgal edilip yağmalandı. Nüfusun büyük bir bölümü Mezopotamya'ya götürüldü. 542'de salgın bir hastalık son canlıyı da Antakya'nın elinden aldı. O görkemli kentten geriye bir şey kalmamıştı. Salgın hastalık İstanbul'a dek ulaşacak, kent nüfusunun yarısını kurban alacaktı. O kıyım günlerini de Istanbul’a yerleşen Filistinli Yazar Prokop yazıp bize bırakacaktı. Onu da başka bir yazının konusu yapalım.
 
Bugün 2 ziyaretçi Burdaydı
Harbiye Hakkında Tartışma Platformumuz Açılmıştır.Foruma Üye Olarak Harbiye Hakkında Sohbet Edebilir ve Tartışabilirsiniz.Foruma Gitmek İçin Tıklayın
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol